Doğumu 13 Şubat 1958, ölümü 13 Ekim 1987.
Şair, yazar, kadın, bu dünyaya kendini ait hissedemeyen bir yalnız.
Balkan
göçmeni bir ailenin iki kız çocuğundan biri. Annesi Perihan, babası
Fikri ve ablası Aylin'le Moda'da büyük kütüphanesi olan bir evde büyüdü.
Kadıköy Maarif Koleji'ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi,
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okumaya başladı. Nilgün Marmara,
arkadaşlarının anlattığı üzere fakültenin merdivenlerine tek başına
oturur, sınıfın en arka sıralarında derslere girerdi. Ayrıca öğrenim
hayatında akademik başarıyı yakalayan bir öğrenciydi. “İyi” bir ailede
yetişmesine, ailesinin onu İngilizce eğitim veren bir okula, “iyi” bir
gelecek hazırlamak için göndermesine rağmen, arkadaşı Seyhan
Erözçelik’in söylemiyle o, bu “proje”ye inanmadı ve kendi yolunu seçti.
Kendi yolunu seçtiği zaman ise çocukluğunu çoktan kaybetmiş, çok
gürültülü bir dünyada, kan ve gözyaşı içinde kendisine yer bulmaya,
kendisini o dünyaya yerleştirmeye çalıştı, fakat bunu başaramadı.
“Bir
şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime
yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.”
Belki de kendi yolunu seçmektense inanmadığı “proje”ye devam etseydi yaşıyor olacaktı.
Ailesiyle
arasındaki ilişki hakkında pek malumat yok fakat yazdığı şiirlerde
özellikle babasıyla olan ilişkisindeki gedikleri kapalı şiir biçimiyle
bile okuyana hissettiriyordu. Öyle ki, yazdığı tek dize, okuyanı birkaç
parçaya bölecek denli geniş anlamlıydı.
“Bak
bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden,
haaa şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden. En çok da o acıtıyor
canımı, en çok o kanıyor.”
Kendi içine kapanıp
oluşturduğu anlam dünyasını yine kendi içinde yeniden anlamlandırmaya,
sunmaya çalıştı. Fakat bu da yeterli gelmedi ona.
“Sanki
varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını
benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye
fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım
yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. “
“Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.”
Üniversite
döneminden tüm yaşamına ve de ölümüne kalan en önemli şey, kuşkusuz
üniversite bitirme tezini de onun üzerine hazırladığı bir Alman şair
olan Sylvia Plath olacaktı. Plath’ın yaşamı, düşünceleri, özellikle
bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı onu etkiledi.
1977’de,
19 yaşındayken şiir yazmaya başladı, fakat yazdığı dizeleri kimseye
göstermedi. Daha sonra Seyhan Erözçelik, Nilgün'ün herkesten sakındığı
şiirlerini ve yazılarını alıp Şiir Atı'nda yayımlattı.
Ece Ayhan,
İlhan Berk ve Cemal Süreya ile olan arkadaşlığı 12 Eylül darbesinden
sonra içe çekilme dönemini birlikte atlatabilmelerini sağladı. Nilgün
Marmara’yı edebiyat ve şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Ona
hep “Büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Sık sık
Kızıltoprak'taki evlerinde Edip Cansever, Tomris Uyar, Cezmi Ersöz gibi
edebiyatçılarla bir araya gelir, pazar günleri ise "but partisi"
yaparlardı -fırında tavuk budu yapmalarından dolayı-
Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Tomris Uyar, Nilgün Marmara’nın evinde.
Nilgün, Ece Ayhan, Haydar Ergülen.
Cemal
Süreya onu Scott Fitzgerald'ın eşi Zelda'ya benzetince de "Çılgın
Zelda" diye anılmaya başladı. Süreya'nın tertemiz evinin yerlerine "Bu
ev niye bu kadar temiz?" diyerek yediği çekirdeğin kabuklarını atar,
başka bir gün de yazar Mehmet Günsür'ün kızıyla lunapark dönüşünde pembe
gözlükler takıp evcilik oynardı. Çocukluğuna duyduğu özlemini hiçbir
zaman yitirmediği için hissettiği sızıyı şiirinde de sezdiriyordu:
“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte.”
Bir
kadın olarak çoğalmayı reddetti. Çocukken annelerinin kendilerine
verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası Aylin,
bir gün çocuklarına bağırırken, Nilgün "İşte bu yüzden anne olmuyorum,
kendi çocuğumu incitirim diye." demişti. Anne olmak istememesinin nedeni
"Mutsuzluk ordusuna yeni bir nefer katmamak için"di.
“Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin.”
1982'de
Endüstri Mühendisi Kağan Önal'la tanıştı ve iki yıl sonra evlendiler.
Nilgün Marmara, belli ki eşi tarafından yeterince anlaşılmıyordu. Çünkü
intiharından sonra eşi Kağan onun için şöyle diyecekti: "Nilgün'ün şiir
yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı."
Hayat
ne tuhaf. İki insanın arasına sığan uçurumun derinliği şaşkına
çeviriyor beni. ‘Anlaşılmamanın bu türlüsü yalnızlıkla uyutur insanı her
gece.’
Eşinin işi nedeniyle bir ara Libya’ya taşınmak zorunda
kaldılar. Fakat baskıcı bu ülke onu boğdu. Bu yüzden kısa süre sonra
Türkiye’ye döndüler. O süre zarfında psikolojisi giderek kötüleşti.
Doktorlar okuma-yazmaya ara vermesini istediler. Bir de ilaçlarını
aksatmamasını. Fakat o yazmaya devam etti.
“Çok yalnızım, mutsuzum
Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum
Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandir
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
Kimse duymuyor çığlıklarımı
Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
Ümidimi yitirmişim
Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
Veda edeceğim.”
Belki
eşi, yazdığı bu dizelerden haberdar olsaydı, Nilgün’ün iç dünyasında
olan bitenin farkına varır, onu anlamaya çalışır, elini uzatırdı.
"Anlamın ötelendiği an'larda
kendini bulmaya çalışan ben kaç kere
bir intiharın ellerinden tutmaya çalışacaktı..
hantal akşamların saadet öyküleri nasıl da
yabancısı olduğumuz şeylerdi."
dedi
ve 13 Ekim 1987′de, 29 yaşındaki Nilgün evinin balkonundan boşluğa
bıraktı kendini. Ondan geriye ise sadece şu notu kalmıştı:
"Kuşlara iyi bakın."
Yaşayacağı ve göreceği çok fazla bir şey kalmadığını en güzel şekilde yine kendi sözleriyle ifade etti:
"Ey iki adımlık yer küre,
Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben."
Ölümünden Sonra
“Nilgün
ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına
kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları
belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana.
Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi.
Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için
yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir
hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp
baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar
görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.”
diyecekti Cemal Süreya onun intiharından sonra.
Ece Ayhan,
“Nilgün
Marmara gibi güzel hem de çok güzel garip ve ilginç bir şairin yampiri
ve yamuk dünyada bir bakıma kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları
yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi!” diye yazdı Marmara
hakkında. Ve onun cenazesinde, Nilgün’ün annesinin yanına gidip
Nilgün’ün okul numarasını sordu. Annesinin söylediği sayı, Nilgün’ün
mezar numarası ile aynıydı: 128. Sonra ona ithafen Meçhul Öğrenci
Anıtı’nı yazdı:
“...Aldırma 128!
intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde
kendinden büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında
zarfsız kuşlar gönderecek.”
Ece Temelkuran ise şöyle anlattı onu:
“Kendisini
tanımayanlardandır Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan yok kabul
edenlerden görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil küçük su
taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü
düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine bu gürültüye
eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla
geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi hep çocukluk
yaşayanlardandı.”
Yazılmış, çizilmiş bir ideolojinin yolunda
ilerlemeyen, kendi manifestosunu kendisi yazan ve birilerini buna
inandırma gibi bir derdi olmayan imgelerle dolu bir kadındı Nilgün
Marmara. Yaşadığını yazdı, yazdığını yaşadı.
Onun seçimini,
hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini, "N’apalım, dünya böyle"
diye geçiştirememesi olarak özetlemek yanlış olmasa gerek.
“Üzgün adım, ileri marş!”